Koruma ve restorasyon kavramlarına derinlik kazandırabilmek için, neyi, niçin neden, kimden nasıl korunacağına açıklık getirilmelidir. İnsanın başlangıçtan günümüze kadar yarattığı ve biriktirdiği maddi ve manevi değerlerin tümüne kültür denilmektedir. Farklı yaşam koşullarına sahip insan topluluklarının ürettikleri maddi kültüre paralel olarak, etik ve geleneksel değerleri de kültür kapsamındadır. Din, önemli bir kültür girdisi olarak inanca dayalı tasarladığı mimari mekanlar ve kült merkezleriyle kültür tanımını (somut ve soyut kültür) çok iyi anlatır. Modern insanın çağını kavrayabilmesi, öncülü olan geçmişi biliyor olmasını gerektirir.
Günümüzde üretmeye ve yaratmaya devam eden insanın, temel bilgilerini, yeteneklerini, yaşam biçimlerini kısıtlayan ya da geliştiren dinamikler, ortak geçmişin geriye bıraktığı mirasın günümüze taşınmasından başka bir şey değildir. Bu gelişme düz bir hat üzerinde ve Dünya’nın her yerinde aynı düzeyde olmamıştır. Dünyanın kuzey yarımküresi güneyine, kuzey yarımkürenin batısı doğusuna göre maddi olarak daha gelişmiştir. Ancak kültürel yoğunluk açısından daha gelişmiş ya da geri kalmış değerlendirmesi yapmak, günümüzün başat anlayışı dışındadır. Kutuplarda iglo (buzdan ev) inşa edenlerle, Afrika ve Asya stepleri-çöllerinde kıl çadırlarla doğaya uyum sağlayıp binlerce yıldır yaşamını sürdürenlerin kültürleri ile modern kentleri kuran ve yaşayanların ortak paydası kültürdür. Kadim geçmişten günümüze kadar insanın yaşam biçimlerini oluşturan her nesne kültürün bileşenidir.
İnsanın atalarının çetin doğa koşullarına karşı mücadelesinde kullandığı yaşam mekanları, mağaralardan ve kaya sığınaklarından başlayıp açık alanlarda kurduğu bitişik nizam kerpiç ve doğal taştan küçük yerleşim birimleri kurması binlerce yıl almıştır. Değişen doğa koşullarına uygun olarak insanlar yeni yaşam alanlarını bulmuş, kendisi gibi olan farklı gruplarla karışıp kaynaşmış, kültürel değişim ve dönüşüm sürecinde birikimlerini paylaşmıştır. Yaşam için gerekli kolaylığı sağlayan coğrafyalara göç etmiştir. Mezopotamya, Mısır, Anadolu’da çağlarının en görkemli tapınaklarını inşa etmiştir. Üretimini çeşitlendirmiş, artı ürününü saklayacak depolara sahip olmuş, ticareti geliştirerek kendisinde olmayanı uzak bölgelerden temin ederek ticari etkinliklerini artırmıştır. Giderek artan nüfus insan toplumlarının sosyal organizasyonlarını geliştirmiş krallıklar ve imparatorluklara evrilen merkezi yapılar oluşturmuştur. Kendi içinde evrelere ayrılan bu süreçlere, damgasını vuran araç gereçler ve bunların yapıldığı başat materyale göre isim verilmiştir: Paleolitik, Neolitik, Kalkolitik, Bronz, Demir Çağları. Bu çağları daha yoğun kitlesel göçlerin, savaşların, ticari devinimin, büyük insan hareketliliğinin takip ettiği ilk, orta, yeniçağlar, arkasından sanayi devrimleri ve günümüzde bilişim çağına ulaşılmıştır. Büyük kıtaların hemen tamamında insan yerleşimleri kalıcı olmuş ve modern devletler kurulmuştur. Bu bağlamda, insanlığın yarattığı kültür ortak mirastır, dolayısıyla evrenseldir.
İnsan yaşamına konu olan; yer altında, yer üstünde veya sular altında kalan, insan eliyle ya da insan ve doğanın ortak ürünü olan her nesne, bu bağlamda kültür varlığı olarak değerlendirilmektedir. Kültür varlıkları taşınır ve taşınmaz olarak iki temel başlık altında değerlendirilir. Taşınmaz kültür varlıkları, inşa edildikleri yerde kalarak günümüze ulaşan yapı ve yapı kalıntıları genellikle mimari yapılar olup, taşınabilir olanlar ise; anıtlar ve sitlerden parçalar olabileceği gibi arkeolojik kazılardan çıkan dönemin insanlarının kullandığı tüm objelerdir. Sikkeler, seramik, metal ve camdan yapılmış çanak çömlekler, şişeler, takılar, giysiler, zırhlar, silahlar, heykeller, figürünler, idoller, ikonlar vb Taşınabilir kültür varlıkları, niteliklerine göre yapılan müzelerde depolanır ve insanların görmesine sunulur. Taşınmaz kültür varlıklarından sayılan doğal anıtlar ve sitler; mağaralar, peri bacaları, kanyonlar, şelaleler, krater gölleri gibi jeolojik yapılar olduğu gibi, doğal peyzajı oluşturan ağaçlar, endemik ağaç ve bitki türleri, çok yaşlı anıt ağaçlar gibi doğal ögeleri de sayılabilir.
Türkiye’de koruma hukukuna giren sit tanımı şöyledir: "Tarih öncesinden günümüze kadar gelen çeşitli medeniyetlerin ürünü olup, yaşadıkları devirlerin sosyal, ekonomik, mimari ve benzer özelliklerini yansıtan kent ve kent kalıntıları, kültür varlıklarının yoğun olarak bulunduğu sosyal yaşama konu olmuş veya önemli tarihi olayların cereyan ettiği yerler ve tespiti yapılmış tabiat özellikleriyle korunması gerekli alandır." Sitler içerdikleri potansiyel kültürel ve doğal mirasa göre isimlendirilir ve koruma amaçlı olanlar dahil her türlü müdahalenin sınırlarını belirlemek için derecelendirilirler. Arkeolojik Sitler; antik kentler, surlar, kent kalıntıları, höyükler, nekropol alanları, antik kült merkezleri vb. Kentsel Sit; Geleneksel ve dönemsel anıtlar ve diğer yapıların toplu olarak yaşadığı kentler, kasabalar, köyler veya bu yerleşkelerin içindeki kültür varlığının yoğun olduğu mahalleler. Tarihi Sitler; Tarihsel dönemlerde yaşanan savaşların yapıldığı, tanımlanabilen alanlar. Doğal Sitler; Tabiat varlıklarının toplu olduğu, jeolojik oluşumların ortaya çıkardığı topoğrafik yapılar, endemik ve pitoresk ağaçlar ve ormanlar vb. Karışık Sitler; Bu sit alanları bileşenlerinin niteliğine göre isimlendirilir, örneğin kentsel-arkeolojik, kentsel-arkeolojik ve doğal, arkeolojik-doğal, kentsel-doğal gibi.
kısmı tasarımına uygun işlev görmüş, önemli bir kısmı değiştirip dönüştürülerek dönemin ihtiyaçlarına göre işlevlendirilmiştir. Bilimsel koruma kuramının ve yöntemlerinin olmadığı dönemlerden en az değişimle günümüze ulaşanlar, dini anıtsal yapılar, kentleri ve ulusları sembolize eden anıtlar ve yapılar, arkeolojik değerleri ağırlıklı olan antik kentler ve sur kalıntıları olmuştur. Bu yapılar bile farklı kullanımlar için önemli tadilatlar görmüştür. Ancak çok erken dönemlerde kentleşmiş yerleşkelerin simge anıtları yasal bir koruma statüsünde olmadıkları halde kentlilerin ortak belleği olarak, tadilatlarla günümüze ulaşmışlardır. Ayasofya, Giza piramitleri, Asya ve Latin Amerika tapınakları, Avrupa orta çağ katedralleri, İslam coğrafyasındaki cami ve mescitler, arasta ve hamamlar, antik su yolları, önemli köprüler vb.
Koruma; Kültür varlıklarını ve sit alanlarını saklamak anlamı taşımamaktadır. Aksine, korunacak kaynak değerin mümkün olan en özgün haline döndürülerek restore edilmesi ve kullanıma sunulmasıdır. Koruma, geçmişin bilgi birikimlerini, estetiğini, gücünü günümüze taşırken yorulmuş, eksilmiş, yıpranmış hatta bilerek ve isteyerek tahrip edilmiş kültür varlıklarının restorasyonlarının yapılarak yaşayan ekonomiye kazandırılmasıdır. Olduğu gibi saklayarak onların bekçiliğini yaparak geçmişin mirasını geleceğe aktarmak olanaksızdır. Koruma aktif ve kesintisiz bir süreçtir. Kültür varlıklarında, düzeyi ne aşamada olursa olsun, her türlü yıpranma, tahribat, bozulma ve eksilmeye koruma yöntemleriyle müdahale etmektir. Korunacak kültür varlıklarının öz değerlerindeki doğal ya da insanın eliyle oluşturulan bozulma ve kayıpların, en az müdahale ile onarılması ve yaşamının sürdürmesinin sağlanmasıdır.
Koruma bilinci, sanayi devrimi sonrasında doğal ve fiziksel çevrenin hızla bozulmasından sonra gelişmiştir. Özellikle Fransız devrimi sırasında büyük anıtların gördüğü tahribat, anıtların korunması için başlangıç olmuştur. Krallıkların yıkıldığı, ulus devletlerin kurulduğu aydınlanma süreci ile korumanın kuramsal olarak gelişmesi Avrupa başta olmak üzere gelişmiş kapitalist ülkelerde olmuştur. Koruma fikri uluslararası düzeyde kurumsallaşmasını İkinci Dünya Savaşı sonrası başarabilmiştir. Korunacak kültür varlıklarının niteliklerini oluşturan değerler genel kabul görmüştür. Herhangi bir taşınmazı “korunması gerekli kültür varlığı olarak” belirleyen değerler; Tarihsel değer, anı değeri, mitolojik değer, özgünlük değeri, enderlik değeri, teklik değeri, çokluk değeri, homojenlik değeri, geleneksel değer, belge değeri, işlevsel değer, süreklilik değeri, ekonomik değer ve eğitim değeridir. Korumanın bu bağlamda uluslararası kurumları, onların hazırladığı sözleşmeler, ulusların imzasına sunularak onaylanmıştır. Bu sözleşmeleri imzalayan devletler, kendi koruma hukuklarının bir parçası olarak sözleşme hükümlerine uygun koruma yasaları ve uygulamalarına başlamışlardır. Bu sözleşmeler kısaca; UNESCO, Avrupa konseyi tarafından hazırlanan TBMM tarafından yasayla kabul edilen sözleşmelerdir. (Silahlı Bir Çatışma Halinde Kültür Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme- Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşmeye Türkiye Cumhuriyetinin Katılmasını Uygun Bulunduğu Hakkında Kanun ve Sözleşme- Avrupa Mimari Mirasının korunması Sözleşmesinin Onaylanmasının Uygun Bulunduğu Hakkında Kanun ve Sözleşme- Arkeolojik Mirasın Korunmasına İlişkin Avrupa Sözleşmesinin Onaylanmasının Uygun Bulunduğu Hakkında Kanun- Avrupa Peyzaj Sözleşmesinin Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun)-RAMSAR Sözleşmesi.
Türkiye Cumhuriyeti, Avrupa’dan daha geç Koruma etkinliklerine başlamıştır. Osmanlı’nın son yıllarında, Osman Hamdi öncülüğünde başlayan ve genel olarak taşınır kültür varlıklarının toplanarak İmparatorluk Müzesinde teşhir edilmesi çalışmaları başlamıştır. Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda kurtuluş mücadelesiyle kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti, kültür varlıklarının koruması için gerekli idari ve kurumsal yapılanmayı başarmıştır. Atatürk’ün Konya ziyaretinde gördüğü Selçuklu Anıtlarının derhal onarılmasını istemesiyle ilk koruma etkinlikleri başlamıştır. İlerleyen yıllarda Milli Eğitim Bakanlığına bağlı Kültür Müsteşarlığı eliyle müzeler kurulmuş, ören yerlerinden getirilen taşınır kültür varlıklarıyla faaliyete geçirilmiştir. İlk yasal düzenleme olan Asar-ı Atika Nizamnamesini eski eserler yasaları takip etmiştir. 1710 sayılı Yasa daha ileri bir evreyi simgelese de henüz doku bazlı tespit ve tescilleri yapacak yasal altlık yeterli değildi. Takip eden yıllarda çıkarılan 2863 sayılı yasa daha kapsamlı hale getirilmiş. Koruma bilincinin ve kuramının geliştirilmesiyle bu temel yasa da 3386 ve 5226 sayılı değişikliklerle koruma yasası yetkinleştirilmiştir. Temel koruma yasasına bağlı olarak çıkarılan yönetmelik ve yönergelerle koruma uygulamalarının önü açılmıştır. Anayasa’nın 65. Maddesi ile kültür mirasının korunması ve iyileştirilmesi görevi Devlete verilerek bu alan kamusal olarak nitelendirilmiştir. Anayasa ve koruma yasasının gereği olarak korumaya ilişkin iş ve işlemler, Kültür ve Turizm Bakanlığı- K.V.M.GNL. Müdürlüğünce yürütülür olmuştur.
RESTORASYON: Kültür varlıklarının korunarak yaşatılması, taşıdığı değerlerin tümünün geleceğe aktarılmasının yöntemidir. Koruma kuramına uygun teknikler kullanılarak, koruma öznesine gerektiği her dönemde yapılan müdahalelerdir. Korunacak kültür varlıklarının restorasyonuna karar verildikten sonra yapılacak öncelikli iş, restorasyona konu olan yapının bilimsel yöntemlerle analizinin yapılarak belgelenmesidir. Fotoğraf, video, dron vb. görüntüleme araçları kullanılarak belgeleme. Ölçekli çizimlerin yapılması. Yapının ilk inşaatından günümüze kadar geçirdiği değişiklikleri de içeren tarihçesi, sahip olduğu estetik değeri ve nitelikleri, teknik özellikleri (yapım teknikleri, kullanılan malzeme, taşıyıcı sistem), yapının yasal statüsü ve restorasyonda yönlendirici olacak diğer belgeler eşliğinde ayrıntılı bir inceleme ve raporlama eşliğinde rölöve çizimlerinin elde edilmesidir. Restorasyon projelerinin elde edilebilmesinin altlığı ve önkoşulu, projeleri üretilmekte olan yapının ayrıntılı rölöve çizimlerinin hazırlanmış olmasıdır. Rölöve, bir yapının halihazır durumunun ölçekli çizimidir. Bu nedenle proje değildir. Yapının gelecekte ne olacağına ilişkin bir önermesi yoktur. Rölöve; kent dokusunun, arkeolojik kalıntıların, tek tek yapıların içinden incelenerek belgelenmesi, mimarlık ve sanat tarihi açısından değerlendirilerek hazırlanacak restorasyon projesine altlık oluşturmasıdır. Bu nedenlerle restorasyona alınacak yapıların öncelikle rölövelerinin elde edilmesi mutlaka gereklidir.
Restitüsyon; yapıların veya yerleşmelerin, sonradan değişikliğe uğramış kısmen veya tamamen yıkılmış ya da yok olmuş ögelerinin, ilk tasarımlarındaki veya belirli bir zamandaki durumlarının, arşiv kayıtlarından, yapı üzerindeki izlerden, yapıya ait çizim ve fotoğraf gibi belgelerden yararlanılarak plan, kesit, görünüş ve aksonometrik çizimlerle ya da maketle anlatımıdır.
Restorasyon Projesi; Restore edilecek yapıdaki tahribat ve bozulma nedenleri araştırılıp teşhis edildikten sonra, bozulmanın durdurulması, varsa strüktürel aksaklıkların giderilebilmesi için gerekli müdahalelerin belirlenmesi sürecidir. Bu sürecin öznesi korunması gereken kültür varlığı olduğundan, genel olarak şu ilkeler kapsamında çalışılmalıdır: Onarımın özgün dokuya en az müdahale ile gerçekleştirilmesi, yapım tekniklerinin, yapının ilk inşasındaki tekniklerle uyumlu olması, yapının iç düzenlemesinin değiştirilmemesi, mekanların bütünlüğünün sürdürülmesine özen gösterilmesi.
Restorasyon projesi interdisipliner çalışma gerektirir. Restorasyon projesi aşamasına gelene kadar yapılan çalışmalarda elde edilen bilgilere ve proje çizimleri sırasında ihtiyaç duyulacak uzmanlar birlikte çalışmalıdır. Yapısal bozuklukların analizi ve çözümleri için, zemin ve strüktür, malzeme analizleri ve kullanılacak olanlarının seçilmesi için malzeme mühendisleri çözüm ortakları olmalıdır. Uygulamanın doğru yürütülebilmesi amacıyla, her öge için seçilen müdahale biçiminin (plan-kesit-görünüşler) paftalar üzerinde açıkça belirtilmesi gerekir.
Korunması gerekli her kültür varlığı kendine özgüdür. Üzerinde taşıdığı koruma değerleri, konumu, mülkiyet durumu, işlevi, tasarımı, geçirdiği onarımları, içinde bulunduğu dokunun özelliği gibi daha onlarca alt başlık altında değerlendirilerek diğerlerinden farklılıkları veya benzerlikleri ortaya konularak, restorasyon tekniklerinden uygu olanı kullanılır. Restorasyon uygulamalarının evrensel ölçekte kabul gören en genel ilkeleri, hemen her çağdaş devlet içinde geçerlidir. Bu bağlamda çağdaş koruma kuramının öncülerinden, İtalyan Camillo Boito’nun 1883’te açıkladığı onarım kuralları şunlardır:
Anıtlar tüm insanlığın tarihini belgelediğinden evrensel bir değerdir.
Mimari anıtlara koruma amaçlı müdahale edilmek zorunda kalınırsa, sağlamlaştırma onarımdan, onarım ise restorasyondan daha iyidir.
Anıtlara kamusal gerekçelerle ek yapılacaksa, bu talepler önemli verilerle ortaya konmalıdır. Yapının görsel bütünlüğü ve biçimine saygılı olarak farklı malzeme kullanılarak uygulama yapılabilir.
İlk tasarımdan sonra anıtlara yapılan dönemsel ekler, yapının parçası kabul edilerek, zararlı etkileri olmadığı sürece korunmalıdır.
Restorasyon sırasında yapılan tüm işler, her türlü araç kullanılarak belgelenmelidir.
1931 Atina Konferansı'nda toplanan mimar ve teknisyenlerin benimsediği kurallar ise şunlardır:
Yapıların yaşamlarını sürdürebilmeleri için kullanımları önerilir. Bu kullanım onların estetik ve tarihi kimliklerine saygılı olmalıdır.
Özel mülkiyetteki anıtların korunmaları için, kamu yetkilileri koruyucu önlemleri alabilecek güce kavuşturulmalıdır.
Tarihi anıtların çevrelerine saygı gösterilmeli, hatta bazı yapı kümeleri ve pitoresk oluşumlar korunmalıdır.
Tarihi anıtların onarımlarında çağdaş tekniğin sunduğu bütün olanaklar akıllıca kullanılmalıdır.
Arkeolojik alanlarda bulunan her özgün parçanın yerine konulabilmesi (anastylosis) için gerekli önlemler alınmalıdır.
Bu ve benzeri koruma yöntemlerinin ilkeleri, 1932 Roma Kartası 1964 yılında Venedik tüzüğü ile genişletilip benimsenmiştir. 16 maddelik bu tüzüğün en önemli açılım maddesi tarihi anıt kavramına getirdiği yeni yorumdur.” ... anıt kavramı yalnız büyük sanat eserlerini değil, zamanın geçmesiyle kültürel anlam kazanmış daha basit eserleri de içine alacak şekilde genişletilmiştir”.
Comments